17 Nisan 2008

Güldünya Tören

Güldünya'yı hepiniz hatırlarsınız. Şu batasıca törenin kurbanlarından hani. Hatırlamaz mısınız yoksa? Şu yazıyı okuyun. Onun ağzındanmış gibi çok çok kısa dinleyin. Kesin hatırlayacaksınız:

"Çok mektup yazmışlığım yoktur. Hatta bilmem mektup yazmayı. Bu yüzden söyleyeceklerim size ilginç gelmezse kusuruma bakmayın lütfen.

Ben Güldünya Tören. İki yıl önce, töre yüzünden öldürüldüm. Şimdi mektup yazmak geldi içimden. Yoksa küçük bir şey eksik kalacaktı sanki. Yemeğin tuzunun az olması gibi. Kimse yemeğin tuzu az olsun istemez, değil mi?

Uluslararası Af Örgütü’nün kampanyasında bana yazılan mektupları okudum. Sadece Perihan’ın, Işıl’ın ve Ezgi’nin mektuplarını değil, hepsini okudum. Yazanların ellerinden tek tek öperim.

Öyle okumuş biri değildim yaşarken; ama takdir edersiniz ki ölüm insanı bilge yapıyor. Her şeye aradaki ince tülün ardından bakabiliyorsunuz ve bu sayede dünya netleşiyor gözünüzde.

Gerçi öldürülmüş olmak hâlâ çok kötü. Hele benim gibi, bir devlet hastanesinde öldürüldüyseniz bunun travması öldükten sonra bile sürüyor, inanın. Teyze kızının kocası tarafından tecavüze uğramak, yirmi bir yaşında Bitlis’ten İstanbul’a kaçmak, evlattan ayrı düşmek de kötü elbet.

Ama en kötüsü ölümün insana kendi kanıyla gelmesi. Atasıyla, abisiyle, kardeşiyle gelmesi.

İki yıl önce gittim. O günden beri hakkımda bazı şeyler okudunuz. Ben de hakkınızda çok şey öğrendim. Memleketimin insanlarısınız, merhamet duygusuna hâlâ sahip diyarlardan birinde yaşıyorsunuz. İster Van’da olun ister İstanbul’da, kucağımda bebeğimle çekilmiş o bulanık fotoğrafı görünce içinizin cız ettiğini biliyorum. Ama bilmek gerçeği değiştirmiyor.

Kaçtım ama ölüm beni buldu. Yani fotoğrafın aksine, gerçek son derece net.

Burada geçen iki yılda öğrenecek zamanım oldu. Bilge ölmüşlerimizle tanıştım. Onlar yaşadığımın bana özgü olmadığını, pek çok kadının şiddete maruz kaldığını anlattılar. Hatta o kadınların arasında benden çok daha eğitimli, meslek sahibi olanlar varmış.

Erkek bedeni kadınınkinden daha güçlü. Bu basit biyolojik gerçek yüzyılların birikimini nasıl ezip geçebiliyor?

Hem merak ediyorum, şiddete başvurmayı erkekler kendilerine nasıl yediriyorlar? Öyle kırıp döken bir insan hayatta mutlu olamaz ki.

Burada zamanımın çoğu böyle şeyler düşünerek geçiyor. Bir de bebeğimi, boş yere adını Umut koyduğum kuzumu düşünüyorum. Kaderini tahmin etmek beni korkutuyor.

Bir gün yine böyle arpacı kumrusu gibi düşünürken yanıma bir adam geldi. O kadar dalmışım ki kim olduğunu önce anlayamadım. Moralim bozuktu, hiç konuşacak halim yoktu. Meraklı soruları çekemezdim. Bu yüzden dönüp bakmadım önce.

Birden konuşmaya başladı. Sesini tanıyordum. Çocukluğumun masum gecelerinden, okul sıralarında geçen günlerden, kışın talaş ve tebeşir kokusu eşliğindeki eski görüntülerden tanıyordum.

“Üzülme kızım” diyordu bana; “üzülmesi gereken aslında sen değilsin, benim.”

Döndüm ve onu gördüm: Gazi Paşa karşımdaydı. Buraya geleli altmış küsür sene olmamış gibi genç ve ışıklıydı. Üstünde Kocatepe’de giydiği palto, başında kalpağı vardı. Laf aramızda, onun Kocatepe’deki resmini çok severim. Zaten burada herkesi en sevdiğiniz haliyle görüyorsunuz.

“Yorgun bir ülkeye baktık ve bir hayal kurduk kızım” dedi; “Çalışırız, olur sandık. Kadınıyla erkeğiyle bir geleceği paylaşırız diye düşündük. O yıllarda zaman bizden yanaydı. Bir savaş kazanmıştık, yenilerini de kazanırdık. Oysa sana baktıkça yenilgi duygusuyla doluyor içim. Üstelik ben bir komutanım. Yenilmeyi sindiremem içime.”

O sırada biri daha geldi. Kendisini yeni tanımıştım. Büyük şairdi. Şimdi adını söyleyince bu belki size komik gelecek ama ne yapayım, yaşarken okuyacak halim olmadı ki hiç.

Nâzım Hikmet ikimize de muhabbetle bakıp “Paşam, kız zaten üzgün…” dedi: “Bir de biz tarihle sıkmasak canını…”

Hemen itiraz ettim: “Rica ederim, ne demek. Yaşarken kimse beni konuşmaya değer bulmadı. Buradaysa rahat rahat konuşuyorum. Hem de kimlerle… İlahi adalet bu olsa gerek.”

“Haklısın şair…” dedi Gazi Paşa; “Ama şunu bilin ki, kadınla erkek omuz omuza vermeden gurur duyacağımız bir ülke yaratamıyoruz. Ama bu basit gerçeği nedense bir türlü kavrayamadık. Hayal kırıklığım bu yüzden çok derin.”

“Mao’nun bir sözü var” dedi Nâzım: “Göğün yarısını kadınlar omuzlarmış.”

“Propaganda yapma…” dedi Gazi Paşa, acı acı gülerek.

Sonra beni selamladılar, aralarında konuşa konuşa uzaklaştılar. Arkalarından baktım. Hayal kırıklığına uğramış bu iki büyük adamın yanında benim, yani küçücük Güldünya’nın dertlerinin ne önemi vardı?

Gerçi bir önemi varmış ki fotoğrafım afişlere yapıştırılmış, hakkımda sloganlar üretilmiş, koskoca Uluslararası Af Örgütü beni örnek gösterip “kadına yönelik şiddete son” kampanyası başlatmış. Hatta “Güldünya’ya sesleniş” diye bir mektup yarışması bile düzenlemişler. Haklarını nasıl öderim?

Bari bir mektup da ben yazayım dedim. Sonra da kelimelerimi yukarıda resmini gördüğünüz yazarın hayal gücüne emanet ettim. Fena adama benzemiyor. İnşallah bir yanlış yapmamıştır.

İnşallah bana yazılan onca mektup bir gün ulaşır adreslerine.

23.03.06"


Yukarıda da bahsedildiği gibi Güldünya için, Güldünya’ya Sesleniş” diye bir mektup yarışması düzenlenmişti. Birinciliğe uzanan mektup, İzmir’den 24 yaşındaki Ezgi Kızmaz’ın mektubuydu. Tekrar tekrar okudum. Belki de hayatımda en çok okuduğum mektup budur. Paylaşmak istedim:


"Sevgili Güldünya;


Sen daha önce hiç mektup aldın mı? O kısa hayatına kaç mektup sığdırdın? Senin hayatın mektuplara sığar mı, Güldünya? Dünyada şiddete maruz kalan tüm kadınlar, aslında aynı ülkede yaşar. Bu ülkenin sokaklarında, yara izlerini örtmek için makyaj yapmış kadınlar dolaşır. Sokakta karşılaşan her kadın, kendinden bilir o boyanın altında ne olduğunu. Bu maskeye sadece bu ülkenin çorak topraklarında yetişen erkekler kanar. Bu erkekler yaralar açar, yaraları kapatmak için yapılan makyaja tapar. Erkeklerin arasında, bir kadının yaraları tekrar tekrar böyle kanar.

Bu ülkede sokağa çıkabilen kadınlar, her akşamüstü karanlık çökmeden eski bir oyunu oynar, Güldünya. Hava kararmadan eve dönme oyununu herkes çocukluğunda öğrenir, ama sadece kız çocukları hayat boyu oynamaya devam eder. Oyunun kuralları, hileleri, müzik kesildiğinde sandalyeye oturma oyununu hatırlatır. Müzik kapandığında, hava karardığında açıkta kalınmamalıdır. Müzik kesildiğinde oturmaya hazır olmak için nasıl bir sandalyeye yaklaşılır, etrafında oyalanılırsa, kadınlar da havanın kararacağını anladıklarında apar topar evlerinin olduğu mahalleye döner. Kadınlar aceleci adımları müziğe uymadığı için durdurulamaz. Mahalleden ayrılmayıp oyunbozanlık yapanlar suçlanamaz. Kadınlar bu oyunu karanlıktan korktukları için oynamaz, Güldünya.
Işık kapatıldı; sokaklar karanlık şimdi. Eve dönemeyen kadının yarın daha çok makyaj yapması gerekecek. Bu evlerde her akşam toplanılır. Konuşulmaz, sadece nefes alınır. Bu gürültülü solumalardan, sessiz iç çekişlerden evlerin camları buğulanır. Buğulanan camlara kadınlar sevdiklerinin isimlerini yazmasınlar diye "yarın yapılması gerekenler" yazılır. Ertesi gün pencereden sokağa bakmak isteyen kadına yapılması gerekenler engel olur. Hep yapılması gerekenler bitmeden akşam olur, yine toplanılır, yine nefesler alınır. Artık sevdiklerinin ismini camın buğusuna yazmak kadınların aklından geçmez.

Camlarında kuralları yazılı bu evlerin camları silinmez, pencereleri açılmaz; içerisi havalandırılmaz. Kadınlar her gün yakınlarının nefesleriyle boğulur. O kadar çok penceresiyle bu ev, sokağı görmeyen dört duvar olur. Evlerin duvarları incedir, bu duvarları geçebilen yine de sadece sestir. Komşu kadının çığlığı televizyon sesiyle bastırıldıktan sonra uyunabilir. Bu evlerde uyuyabilmek için, önce vicdanı uykuya yatırmak gerekir. Güldünya, burada da, her gece kadınlar uykuya dalar. Rüyalarında yaralarını yamar. Ama aslında üstünde incecik örtüyle, olası katilinin yanında savunmasız yatar. Bu ülkede de, birisini öldürmeden kimse katil diye anılmaz. Belki bu yüzden kadınlar öldürülene kadar katillerine koca, baba, ağabey, dayı, amca demek zorundadır. Bu evlerde geceler, gündüzler, yıllar geçer. Zaman içinde, havalandırılmayan evin kokusu, evde en çok zaman geçirmek zorunda kalanların; kadınların üstüne siner. Kadınlar üstlerine sinen bu koku yüzünden evin dışındayken bile evi unutamaz. Yakınlarının nefeslerinin kokusu burnundayken, nefesleri de ensesinde gibidir. Bu yüzden kadınlar evin içinde; onların gözü önünde nasıl davranıyorsa, evin dışında da öyle davranmak zorundadır. Kadınlar üstlerinde evin kokusuyla fazla uzağa gidemez. Kokuyu tanıyanlar onu ele verir. Bu koku yüzünden Bitlis-İstanbul arası 1505 km. olmaktan çıkar. Bu ülkede hiçbir yer o kadar uzak olamaz.
Ve Sevgili Güldünya, bu ülkedeki kadınlar hiç mektup almaz. Çünkü onlar kimsenin "sevgili"si olmaz. Sen, Güldünya? Sen daha önce hiç mektup aldın mı?
Güldünya, ağabeylerin yol ortasında seni neden kalçandan vurdu? Kuzeninin kocasının sana tecavüz etmesinden, kalça hareketlerini sorumlu tuttukları için mi? Tecavüzden geriye kalanı, evlenmeden bu kalçaların arasından doğurduğun için rni? Ağabeylerin seni neden vurdu, Güldünya? Sağ kalçanı kim kanattı, Güldünya? Bedenini yağmalarken onu sıkıca kavrayan akraban mı, yol ortasında oraya kurşun sıkan ağabeyin mi, yoksa hastanede orayı sarıp sarmalayıp korumayanlar mı? Güldünya, kim canını daha çok acıttı?

Annen mezarının başında sadece senin için mi ağladı, Güldünya? Bir anne kızının katiline her gün yemek hazırlamak zorunda kalır mı? Silahı verenle koyun koyuna yatar mı? Bir anne için kurbanla katili aynı karında taşımış olmak, yeterince ağır bir yük değil mi? Annen mezarının başında kimin için ağladı, Güldünya?
Sadece senin canın mı yandı, Güldünya? Başka kimler, aynı evde yaşadıkları için katillerine yakalandılar? Kimler tanıdık bir yüz olduğu için katillerini tanıyamadılar?
Alicia Aristregui, İspanya. 2004. Ayrıldığı kocası tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Birgül Işık, Elazığ. 2005. Katıldığı televizyon programında şiddet gördüğünü söylemesinin ardından, sokakta oğlu tarafından öldürüldü.
Cheagh Rooteh, Irak. 1993. Yabancı bir adamla konuştuğunu gören babası tarafından öldürüldü.Çiğdem İnce, İzmir. 2003 Evlilik dışı hamile kaldığı için ağabeyi tarafından öldürüldü.Dilber Kına, İstanbul. 2001. Erkeklerle gezdiği için babası tarafından baltayla öldürüldü. Evrim Sarıçiçekler, İstanbul. 2005. Ailesinin karşı çıktığı birisiyle evlendiği için ailenin görevlendirdiği birisi tarafından öldürüldü.Fadime Şahindal, İsveç. 2002. İsveçli bir genci sevdiği için babası tarafından öldürüldü, Güldünya Tören, İstanbul, 2004.Hatun Sürücü, Almanya, 2005. Zorla evlendirildiği akrabasından boşandıktan sonra bir “Alman gibi" yaşadığı için sokakta ağabeyi tarafından öldürüldü.Ivy Blore, Kanada. 2004. Aile içi şiddet kurbanı.
Kadriye Demirel, Diyarbakır. 2003. Tecavüze uğrayıp hamile kaldıktan sonra ağabeyi tarafından öldürüldü.
Leticia Aguliar, Amerika. 2002. Aile içi şiddet kurbanı.
Maria Terasa Carlson, Filipinler. 2001. Evliliği boyunca şiddete maruz kaldı. Sonunda 23. kattan atlayarak intihar etti.

Nadia Anjuman, Afganistan. 2005. Afganistanlı şair, kocası tarafından dövülerek öldürüldü. Olivia Hodson, Amerika, 1999. Aile içi şiddet kurbanı.
Pınar Kaçmaz, Diyarbakır. 2002. Evden kaçıp mankenlik ajansına başvurduğu için babası ve ağabeyi tarafından öldürüldü.

Rukhsana Naz, İngiltere. 1998. Evlilik dışı hamile kaldığı için annesi ve ağabeyi tarafından boğularak öldürüldü.
Sevda Gök, Şanlıurfa. 1996. Pastaneye gittiği gerekçesiyle bir yakını tarafından öldürüldü. Şemse Allak, Mardin. 2002. Evlilik dışı ilişkiye girdiği gerekçesiyle taşlanarak öldürüldü. Tasleem Begum, İngiltere. 1995. Erkek arkadaşı olduğu için kuzeni tarafından arabayla defalarca ezilerek öldürüldü.
Ursula Allen, Amerika. 2002. Aile içi şiddet kurbanı.
Victoria Anna, Amerika. 2002. Aile içi şiddet kurbanı.
Yeşim Sağlam, Adana, 1998. Kocasını terk edip sevgilisiyle beraber olduğu için babası ve kocası tarafından öldürüldü.

Zehra Karagöz, Şanlıurfa, 2003. Başka erkeklerle beraber olduğu söylentileri üzerine kocası tarafından kalbinden bıçaklanarak öldürüldü.
Alfabenin tüm harflerine kan bulaşmışsa, pekâlâ aynı harfler bu kez acıya ortak olmak için bir araya gelebilir. Bu mektupta da senin için bir araya geldiler, Güldünya. Tüm bu harfler, üstlerine bir daha kan bulaşmasın; bu mektuba sığmayan liste daha da uzamasın dileğiyle toplandı. Simdi artık hepsi dağıldı, geriye sadece son olarak

sana sunu söylemek isteyen harfler kaldı:
Güldünya, sen ağlarken, güler mi hiç bu dünya?"

Her seferinde bu son olsun diyoruz da neden hiç sona ermiyor bu meret? Neden hep madur kadınlar oluyor? Kadınları, o kalbimizin diğer tarafını bu kadar görmezden gelmek, bu kadar dışa itmek, bu kadar hapsetmek neden? Her seferinde içimiz kan ağlayarak okuyoruz haberleri. Erkeğiyle kadınıyla... Mektupta da dediği gibi "kadın hep güçsüz", ama neden erkekler onların bu zaafından faydalanıyor? Bir kadından güçlü oldukları için o kadına istediğini yapma ve yaptırma hakkını kim veriyor onlara? Hangi düşünceye, hangi insanlığa sığıyor bu? Erkek olmak bu mu?

Bir kaç bayan arkadaşıma Güldünya'yı hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Aldığım cevaplar ürküttü beni. Bir kaç sene sonra Pippa Bacca hatırlanır, Güldünya Tören unutulursa vay halimize...

1 Comment:

hedon dedi ki...

Bu utanç verici olayı tekrar hatırlamak hüzün ile birlikte nasıl bir ülkede yaşadığımızı görüp, nereye kadar? diye sordurtuyor.

bir şeyler olmalı..

yapacak bir şeyler mutlaka olmalı..

Yorum Gönder | Feed



 
^

Powered by BloggerFlamboyant Striker by UsuárioCompulsivo
original Washed Denim by Darren Delaye
Creative Commons License